30 Nisan 2011 Cumartesi

Resimler, karalamalar

Resim çalışmaları : Ayşen Gacan Gülbağ



























18 Nisan 2011 Pazartesi

Güz Irmağı



Güz eskiden bir mevsimdi, şimdi ömrümün bin yılı…

I.
Beyaz saçımı
Boyamıyorum artık
Bin yaşındayım çünkü…

II.
Vazoda öldü sandığım
danlelonlar
tohuma durdu.

III.
Ben de mi yanlış
yaşadım
herkes gibi?

IV.
Dinlendirmiyor
ruhum beni
kırk beş yaşımda!

V.
Bu ne biçim
bahar yeli
buz tuttum.

VI.
Bir bahçem
olmalı ki
çalışmalıyım.

VII.
Çiçeklenmiş bir ağaç
altı
düşlemimde.

VIII.
Bitmeyen bir acı
beton duvarlar
topraktan uzakta.

IX.
Acı turunç tadındayım
hala
olgunlaşamadım.

X.
Yaş kemale erdi
ben
eremedim.

XI.
Çocukluğumun
armut ağacı
tek anım yanımdaki.

XII.
Güz ırmağında
yıkanıyorum
her sabah.

XIII.
Mor anemon
uçurtma
elveda!

XIV.
Kendimi
yapamadım,
 yıkamadım da !


15 Nisan 2011 Cuma

Mandalina Çiçekleri ( Öykü )



Sabah güneşi yattığım odaya girip , yatağıma gelmiş , beni uyandırmıştı. Pencereye gidip camların hepsini açtım. Olağanüstü bir cıvıltı , parlaklık , renk cümbüşü bütün duygularımı uyandırdı. Mis gibi mandalina , limon çiçeği kokuyordu hava. Aşağıdaki kısa boylu harika ağaççıklar tümden çiçeğe kesmişlerdi. Parlak yeşil yaprakların arasından beyaz çiçekleri sanki “ biz buradayız , meyveye durduk , meyveye durduk !” diye cıvıldaşıyor ve herkesi bundan haberdar etmek için kokularını saçıyorlardı ortalığa .
Güneşle uyandım. Oysa daha düne kadar çalar saat çıngıraklarıyla , öf leye püfleye ,yataktan çıkmamak için bin bir bahane bularak zorla kalkardım. Bu gün henüz sabahın yedisi ve günlük güneşlik harika bir dünya sesiyle , kokusuyla , ışığıyla beni uyandırıyor. “ Haydi kalk uyanmanın tam saati , yaşam başladı.” Diyor. Ve bu çağrıya hemen yanıt veriyorum .Gökyüzü masmavi ,,aydınlık ve dünya baharın hamarat elerinde doğum yapıyor. Şarkılarla türkülerle çiçek açıyor , meyveye duruyor, göveriyor, yeşilleniyor. Allanıp, pullanıp salınıyor , dans ediyor.
Alt kata inmeden alelacele yıkanıp , giyindim. Durmaya gelmezdi. Dışarıda, çok eskiden  çocukluk çağlarımdan bildiğim bir dünya beni çağırıyor ve ben onu kucaklamak için sabırsızlanıyordum.
Ev sahibi benden çok önce kalkmış ,konuğuna harika bir kahvaltı hazırlamıştı. Kocası da kasabadan yeni fidanlar satın almak için yola çıkmıştı bile.
Mis gibi çayım , zeytinim , ev sabim Melahat teyzenin elceğiziyle yaptığı peynirim , pekmezli tahinim , mürdüm eriği reçelim .. Daha ne diyebilirim cennet sofrası . Biraz sohbet , biraz çay keyfi, havalar sular ..Melahat  teyzenin de benim de yapacak çok işimiz var.
Alelacele sofrayı topladık. Gerçi misafire iş yaptırmazlar buralarda . Ama ben misafir değilim. Burada kısacık bir süre kalacak olsam da yaşadığımı , buralara ait olduğum hissediyorum. Melahat teyzenin yumuşacık yanaklarına öpücükler kondurup , kahvaltı için teşekkür ettim ve dışarıya fırladım.
Eşikte durdum kaldım. Yine mis   gibi mandalina çiçeği kokusu. İçimdeki kafesin kapısını aralayıp bir iki kuş uçuşuverdi. Bu köy , bu dünya ben başka yerdeyken de buradaydı, ve ben bunca güzellikten yoksun , habersiz yaşadığımı sanarak gezinip duruyordum.
Önümde yeşilli beyazlı bir deniz uzanıyordu. Mandalina , limon , portakal ağaçları .. Pırıl pırıl yaprakları ve misler saçan şirin çiçekleriyle .. Bahçeye koştum ve ilk rastladığım ağacın gövdesine sarıldım .Kucaklaştık , koklaştık , selamlaştık .. Ben onun çiçeklerinden , o benim gözlerimden öptü.
Ama şimdi İstanbul’dayım...  O güzelim yerden getirdiğim bir avuç narenciye çiçeğini koklayıp , işyerinin puslu camından dışarıya bakıyorum. Pis bir yağmur hastalıklı , hastalıklı yağıyor. Grilerden örülmüş şehrin tüm renkleri... Masamda içi izmaritlerle dolmuş pis bir kül tablası. Midemde yanmalar , ağrılar... İçimde hüzün , umutsuzluk .O mis kokulu günü düşünüp , oksijeni azalmış havayı boşu boşuna koklayıp, o bahar sabahını tekrar yaşamaya çalışıyorum.
Buzdolabına gidip bir bira alıyorum. Avucumda kuru mandalina çiçekleri , masamda acı biram ve izmarit dolu kül tablası ve ben az sonra inecek akşamı karşılıyoruz. Efkar bir sis olmalı .Bu şehri saran , kirli , paslı dumanlı bir sis ..Şehri akşamla bu sis , bu efkar basıyor. Yüreğimden havalanmış bir kaç kuş gerisin geriye kafesine dönüyor. Yeniden uçacakları gün gelinceye dek , burada , yüreğimde tutsaklar ...


Ayşen Gacan Gülbağ



Kum çölünde rüzgar ( Öykü )



            Bir cam fanusun içindeydim önceleri .Bir cam fanusun ardından seyrederdim gelip geçenleri . Bu durağan yaşantımın kıpırtısızlığında , büyük özlemler büyütmüştüm kendime . Aklımın engin düş gücüyle beslendikçe fanusun duvarlarını zorlamaya başladılar .
            Oysa bana hep derlerdi ; “ Burada sakin , huzurlu ve güvenli bir hayatın kucağındasın. Mışıl mışıl uyu ve zararlı düşünceler büyütme aklının toprağında .” Dışarıda derlerdi ; “ Keskin bir fırtına sürükler seni bir kum tanesi gibi bir diyardan öteki diyara .. “
            Bilmezlerdi ki öteki diyarları düşler dururdum geceleri , gündüzleri ... Fırtına neymiş meraklanır dururdum , güneş nasıl yakardı kızgın çölleri ve rüzgarın omzuna konmuş bir kum tanesi nasıl geçerdi engin denizleri ... 
Bir gün , tüm özlemlerim öğle dallanıp budaklanmışlardı ki , çatlatıverdiler tepemdeki dar çerçeveyi ..
Hem çok korktuğum , hem de özlediğim an gelmişti. İlk şaşkınlık , ilk derin soluk alış , dış dünya ile ilk karşılaşma .. Sarhoş olmuştum. Her şeye hayretle , şaşkınlıkla bakıp geziyordum.
Çok sürmedi bu sevincim. Benim gibi fanus altında yaşamlar sürdüren bir sürüyle çevrili olduğumu anlamıştım . Buradan kaçıp çok uzaklara gitmeye karar verdim .
Hareket etmek güzel şeydi , özgür olmak güzel . Bir süre böyle başı boş gezip durduktan sonra bir umutsuzluk çöreklendi üstüme ve gitmedi. Anladım ki bir amacım olmadıktan sonra özgürlüğümün hiç bir değeri ve yapabileceğim hiç bir şey yoktu. Ha fanus altında yaşamışım , ha serserice gezip durmuşum.
Bu düşüncelerle geze dolaşa şehrin çıkışına gelmiştim ki , boğuk çatallı bir ses beni iliklerime dek irkiltti. Döndüm ve korkuma karşın baktım . İhtiyar ama korkunç heybetli bir dilenci beni çağırıyordu .Yanına gittim ve gözlerini gördüm. O zaman anladım ki ; o da fanusunu kırıp , benim gibi yola düşmüş birisi ...
Ve böylece başladı büyük yolculuğumuz . O nereye gitmesi gerektiğini biliyordu. Bana da söylemesini istedim.
“ Neneye gitmeli ? ”O da bana ;
“ Her herkesin gitmesi ve bulması gereken şey birbirinden çok ayrıdır .Bildiğim bir şey var ki ; benim gittiğim yol da yürüsen de bulduğun şey benimkinden çok farklı olacaktır. “
Yürüdük ; şehirleri , ırmakları , vadileri , dağları geçtik .Gün geçtikçe çoğaldık .Gökyüzünde yörüngesiz dolaşan meteorlardık. Herkezin kendisinin çobanı olduğu bir sürüydük .
Ve bir gün ; ıssız bir dağ başında , yıldızlı akşamın altında ateşimize sokulup söyleştikten sonra her kez uykusunun sıcak yorganına sığınmaya gitmişti .Ben düşünüyordum . Biz , hepimiz bu kervanı oluşturanlar  özlemlerimize doğru yol alıyorduk . bir çoğumuz ayrılıyor , bir yerlerde bir şeyler buluyordu .Bir çokları da arayışlarını sürdürmek ve acılarını dindirmek üzere yanımızda kalıyordu . Ben küçük fanus yaratığı ,hala gezip durmaktaydım  bana göre sonsuz olan yer yüzünde .Özlemlerim dinmemişti ama eski kudurganlıkları durmuştu .Yollar onları bana yaklaştırıyor muydu , uzaklaştırıyor muydu ?
Ben belki de bir kum tanesiydim. Rüzgarın sırtına binip bütün dünyayı gezmek , görmek ve bilmek istiyordum .İnsanları ve yaşamlarını , hayvanları ve ağaçları , bulutu ve yağmuru , acıyı ve tatlıyı tanımak istiyordum .Düşüncelere ve duygulara acıkmıştım .Ve belki de bütün dünya toprakları , çölleri de benim gibi kum taneciklerinden oluşmuştu. Ve benim gibi kumların üstünde gövermişti ağaçlar , başaklar .tek başıma bir hiçtim ama milyonlarca olduğumda yeryüzünü oluşturuyordum .
Şu koca yeryüzünde benim de yapmam gereken bir şeyler vardı .Henüz bunun ne olduğunu bilmiyordum .Ama gideceğim yola ilişkin ip uçları edinmiştim artık ...


Ayşen Gacan Gülbağ

Fırtına ( Öykü )



    Nasıl gelmişti bu yere ? Ansızın , seçmeksizin bir şeyler kendiliğinden başlamıştı ve bitecekti. Zaman çok kısalmıştı ve o hala sakladığının ne olduğunu bulamamış , aktarması gerekenin ne olduğunu anlamamıştı.
            Emin olduğu tek şey , bir sırrı sakladığıydı. Bu sır çözülmeliydi. Görünmeyen bir bulmaca karesinin , görünmeyen sorularını çözmek gibiydi her şey.
            İşte bu araştırmanın ilk durağı ,  burası olmalıydı. Ansızın , seçmeksizin gelinen bu yer. Bir zamanlar burada bulunmuş olduğunu belli belirsiz anımsıyordu. Çok zaman önceydi , belki biraz önce. Belki de buraya ilk gelişiydi. Her şey hem şu an hem daha önce yaşanmış gibiydi. Sanki bu anlardan belirli anılar edinmemiş, sadece her şeyden farklı duygular edinerek geçmişti. Ancak tekrar gelindiğinde anımsanan duygular.
            Nereye vardığı bilinmeyen bir merdivenin basamaklarındaydı. Görkemli bir merdiven, geniş , eski piramitler gibi, taşlardan döşenmiş. Ve her yerde insanlar .Hepsi de eskiden tanıdıklarıymış. Kimi ilk okul kimi lise arkadaşları ... Onları tanımış bir zamanlar, şimdiyse hiç birisini anımsamıyor. Adları nedir , kimdirler. Ama onlar bir zamanlar dostuydular. Şimdi de öyle dostça bakıyorlar. Gökyüzüne doğru uzanan merdivenin basamaklarında oturuyorlar. Her şey tatlı bir dinginlik içinde. Birden araması gereken bir şeyler olduğunu anımsıyor. Aramaya , koşuşturmaya başlıyor. İnsanları , yüzlerini , merdivenleri geçiyor. Burası ormanın ortasında bir şehir. İnsanları dingin yüz ifadeleriyle oturuyorlar , konuşmuyorlar. Başlarında hiç bir zaman bir dam yok. Çam ağaçları ve parça parça gökyüzleri. Bu şehirde boğucu bir yağmur öncesi havası var. Bu susuşta , bu her şeye katlanacakmışçasına boyun eğişte .. .
            Beklenen fırtınaymış , patlıyor. Hava ılık ama hoyrat bir rüzgarın getirdiği çam kokularıyla dolu. Tüm dallar ayaklanmış , tüm dallar yer değiştirmiş kırılıyor. Bütün duyduğu çamların sesi, kırılışlarının sesi , toprağa düşüşlerinin sesi, ağlayışlarının sesi. Ve korku basıyor birden .. Gökyüzü yok sadece kırılan çamlar yağmurmuşçasına üstüne düşüyor .Anlıyor ki gövdesinin büyük bir bölümü çamlar altında eziliyor, nefes alamıyor. Ölmüyor, hiç bir zaman ölmeyeceğini biliyor. Ölümü çamlardan olmayacak.
            Buraya niçin gelmiş olduğunu şimdi anlamaya başladı. İşte tüm orman yıkılıp, sapır sapır üstüne dökülürken buranın insanları yine dingin bir yüzle, yine her şeye ilgisiz  ve hiç bir fırtınadan zarar görmeden yaşamaya devam ediyorlar. Bu fırtına tamamıyla onun için hazırlanmış. Bu fırtınanın tek hissedeni o ,tek acı çekeni , tek korkanı .. Havanın hep yağmur öncesine dönük olup, hiç yağmur yağmayışı ondan. Yağmurun yerini rüzgar, fırtına ve kırılan çamlar almış. Her şey onu gömmek , örtülemek için üstüne yağmıştı. O anlamıştı ; kurtuluşu yoktu, sonu , gerçeği önceden görüp hiç bir şey yapamadan , değiştiremeden ona boyun eğmenin ne dayanılmaz olduğunu öğrenmişti. Büyük bir nefretti bu , büyük bir isyandı. Hiç zaman yoktu, hiç yer yoktu kaçmaya, kurtulmaya. Bu büyük bir haksızlıktı.
            Her zaman birileri , diğerleri fark etmeden , anlamadan , anlamak istemeden fırtınaya tutulup giderdi. Yan odada bir ölüm lafı geçerdi sadece, yaşam hemen her şeyi doldururdu. Çünkü hiç kimse bir diğerinin ölümü paylaşamazdı.
            Oraya bu fırtınaya bulmak için gitmişti. Bu fırtınayı istediğini bilmeyerek istemişti. Bu çılgın dekoru o yaratmıştı. Belki binlerce sorusu vardı, cevapları da olacaktı. Ama ilk sorusunun cevabı fırtınaydı.
            Bulmacanın ilk harfiydi “o” . 

Ayşen Gacan Gülbağ
1 Eylül 1992 Tire