14 Temmuz 2011 Perşembe

El Greko'ya Mektuplar " Önsöz "



Aletlerimi topluyorum: görme, duyma, tat alma, koku alma, dokunma, beyin… Artık akşam oldu, günlük iş bitiyor, tarla faresi gibi evime, toprağa dönüyorum. Çalışmaktan yorulduğum için değil, fakat güneş battığı için.

Güneş battı, dağlar gölgelendi, beynimdeki sıradağların tepesinde biraz ışık var henüz, ama kutsal gece bastırıyor, topraktan yükseliyor, gökten iniyor, ışık teslim olmama ya yeminli, ama biliyor, kurtuluş yok; teslim olmayacak ama sönecek.

Çevreme son kez bakıyorum; kime veda edeyim? Neye veda edeyim, dağlara, denize, balkonumdaki asmaya, erdeme, günaha, serin suya mı? Boşuna, boşuna; bunların hepsi benimle birlikte toprağa iniyor…

Sevinç ve acılarımı, gençliğin esrarlı ve Don Kişot’ça isteklerini, Tanrı ve insanlara olan çetin anlaşmazlığı mı? Ölüme kadar yanan, ama kül olmayı reddeden ihtiyarlığın sahip olduğu vahşi gurura mı emanet edeyim? Tanrı’nın yamaçları sert yokuşunda el ve ayaklarımla tırmanırken kaç kez kayıp düştüğümü, kaç kez kanlara içinde ayağa kalkıp kerelerce yaralanmış rehbersiz bir ruhu bir daha nerede bulup da günahlarımı itiraf edeyim?

Bir parça Girit toprağını avucunun içinde yavaşça ve hırsla yoğuruyorum; bütün serseri dolaşmalarımda, bu toprağı her zaman yanımda bulundurur ve büyük mücadelelerim  sırasında kuvvetle kavrayıp sevdiğim bir dostun eli gibi sıkardım. Artık güneş batıp da gündelik  iş bittiği için, kuvveti ne yapayım? İhtiyacım yok, kalmadı. Şimdi Girit toprağını elimde tutuyor, ifadesi olanaksız bir tatlılık, yumuşaklık ve şükranla sevilen bir kadının göğsünü avucumun için de sıkıp veda ediyormuş gibi kavrıyorum. Ben sonsuza dek bu bir parça toprağım  artık, toprak olacağım; sen, Girit’in vahşi toprağı biçimlenip mücadeleci bir adam görüntüsüne büründüğüm zamanlar şimşek hızıyla geçti.

Bir avuç toprağın içinde, ne sıkıntılar, ne mücadeleler ne görünmez, insan yiyici bir canavarın kovalayışı ne semavi ve ne şeytani kuvvetler var! Kanla, gözyaşıyla, terle yoğruldu bu toprak, çamur oldu, insan oldu, ulaşmak için yokuşa sardı. Ama nereye ulaşmak? Karanlık Tanrı yığınına soluyarak tutunuyor, ellerini uzatıyor, arıyor ve kişiliğini bulmaya çalışıyor.

Son yıllarda umutsuzluk içinde o karanlık kitlenin yüzü olmadığını anladığı zaman, küstahlık ve korku içinde nasıl da çabalamıştı zirveyi yontmak ve ona bir yüz kazandırmak için: kendi yüzü.

Ama şimdi, günlük iş bitti, aletlerimi topluyorum; artık başka toprak insanları gelip mücadeleyi sürdürsün; biz ölümler, ölümsüzler taburuyuz, kanımız kırmızı mercandır   ve bir ada inşa ediyoruz uçurumunu üzerinde. Tanrı inşa ediliyor, küçük kırmızı taşımı koydum  ben, beni desteklesin, kaybolmayayım diye bir damla kanımı ekledim görevimi yaptım.

Sizler sağlıcakla kalın!

Dönüyor, dönüyor, buz gibi suların içinde çırpınıyordum; başımın üstünde ıslak, mavi sarkıtlar uzanıyor yerden, parlak meşaleye gülerek kıvrılan taştan dev falluslar yükseliyordu. Bu mağara, büyük bir ırmağın yatağıydı ve yatak yüzyıllar boyunca yol değiştirdiği için ırmağı bırakmıştı.

Bronz yılan kızgınlıkla tısladı; gözlerimi açtım. Yine dağları, boğazı, uçurumları gördüm; baş dönmem  durulmuştu; her şey hareketsizleşti, aydınlandı, anladım; Yehova da yol açmak için çevresindeki ateşler içindeki sıra dağları oynamış mıydı? Ben, Tanrı’nın korkunç yuvasındaydım şimdi, onun ardından gidiyor, onu izliyordum.

Düşümde bağırdım:

“Benim yolum budur ; budur insanın yolu, başka yol yoktur!”

Bu densiz söz dudaklarımdan çıkar çıkmaz, çevremi bir yel hortumu sardı, korkunç kanatları açılarak beni sardı, birden kendimi, üzerinde tanrıların yürüdüğü Sina’nın tepesinde buldum. Hava kükürt kokuyordu; dudaklarım üzerlerinde sanki sayısız ve görünmez kıvılcımlar kaynaşıyormuş gibi karıncalanmaktaydı. Gözkapaklarımı açtım; gözlerimle ciğerlerim hiçbir zaman böylesine insanlık dışı, yüreğimle bu kadar uyum içinde, susuz ağaçsız ve insansız bir manzara görmemişti. Hem de umutsuz bir manzara. Umutsuz ya da mağrur bir insanın ruhu burada mutluluğun zirvesine kavuşur. Üzerinde durduğum kayaya baktım; granit üzerinde, aç aslanın gelmesini bekleyen boynuzlu kahinin ayak izleri olması gereken iki ayak izi vardı. Belki de o kahine burada, Sina’nın zirvesinde beklenmesini buyurmuştu. Ve kahin de beklemişti.

Bende bekliyordum. Uçurumun üstünde saklanıyor, dinliyordum; birden bire uzaktan, çok uzaktan gelen ayak sesleri boğuk yankılandı. Birisi yaklaşıyor, dağlar sarsılıyordu; burun deliklerim oynamaya başladı: Bütün hava önde giden bir teke gibi kokuyordu. “Geliyor! Geliyor!” diye mırıldanıyor, kuşağımı sıkıyor, güreşmek için heyecanlanıyordum.

Ah bu anı nasıl da özlemle beklemiştim! Araya, utanmaz görünen dünya girmeden, vahşi gök ormanının kudurmuş canavarlarıyla karşı karşıya, yüz yüze geleyim. Görünmeyenle!… Doymayanla… Öz çocuklarını yiyen, dudakları, sakalları ve tırnaklarından kan damlayan kalpsiz Baba’yla.

Onunla yüreklice konuşacak, ona insanın, kuşun, ağacın ve taşın acısını anlatacağım, hepimiz karar verdik; ölmek istemiyoruz, elimde bir dilekçe var, bütün ağaçlar, kuşlar, insanlar imza attı; bizi yemeni istemiyoruz, Baba!.. Ben korkmayacak, dilekçeyi vereceğim.

Konuşuyor, yalvarıyor, kendimi kasıyor ve titriyordum.    



Nikos Kazancakis

Önsöz'den  bir bölüm

Hiç yorum yok: